Wolf,Sadık Hidayet ve İntihar

Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi belirleyen nedir? Bazı insanlar nefes almak, yeşil ve mavinin uçsuz bucaksız tonlarına kavuşmak ve insanı yaşamaya heveslendiren umutlara,  dostluklara bağlanmak varken neden ölmeyi seçerler? Samimi bir irdelemeye varmak istediğim bu konu yıllardır merakımı cezbeder. Neden?
Tatmadığımız bir duygu içten içe bizi kemirmeye,  kimi zaman beyin kıvrımlarımızın içinde hareket eden düşüncelerimizi kamçılamaya devam eder. Ölüm, ölüm ötesi hayat herkesin aklını kurcalayan aynı zamanda dehşete düşüren bir mevzu olsa gerek. Hayatına son veren edebiyat dünyamıza dönüm noktaları bırakan müntehir sanatçıları inceleyeceğimiz bu satırlar umuyorum ki kimseyi bu gerçeklikle karşı karşıya getirmez. Zira toplumumuz intihar meselesini son derece basite indirgeyip, bu eyleme yeltenen insanları küçümseyerek öneme almazlar. Halbuki çaresizlik içerisinde kıvranan, büyük bir çıkmazda kısılıp kalan bu acınası ruhlar hiç de hafife alınmayacak hassasiyet ve anlayışa sahiplerdir. İşleri tıkırında giden, bir çocuk ölümünden bile irkilmeyen, ömrünü başıboş eğlence içinde geçiren mutlu beyinlerin hissedemeyeceği bir duyarlılıktır göğüs kafeslerini zorlayan.
 Birkaç yıl önce iştirak ettiğim bir edebiyat meclisinde Virginia Wolf’un bahsi açılmıştı. Kendisinin yazma eylemi ile alakalı düşüncelerinden örnekler vererek sohbete katılmak istedim. Ancak fikirlerime katılmayan üç beş edebiyatsever bana karşı çıkmakla kalmayıp Virginia Wolf’un zaten intihar eden -muhtemelen deli olduğunu düşünüyorlar-  bir insan olduğunu vurgulayarak kendilerince sohbeti tamamladılar. Ancak hayatına ve eserlerine göz gezdirmiş olsalardı hiç de hafife alınmayacak hatta bilinç akışı gibi önemli bir tekniğin edebiyatımıza girmesini sağlayan bir aydın olduğunu anlarlardı.
Zamanının seçkin zümreleri arasında yetişen Wolf, maddi durumu ve eğitim seviyesi yüksek bir aileye mensuptur. Çocukluğundan beri entelektüel bir havayı teneffüs ederek o zamanın İngiltere’sinde her kadına nasip olmayacak bir eğitim almıştır. Yazmak için gereken birikimi edindikten sonra hayatının verimli dönemlerine adımını atmıştır. Ülkesinde kadınlara yönelik birtakım olumsuz tutumlara ve uygulamalara karşı eleştirileri ve dik duruşuyla tanınmıştır. Kadının maddi bağımsızlığının olması gerektiğini savunur. Ayrıca yazı işleriyle ilgilenen kadınlara ‘’Kendine Ait Bir Oda’’ isimli deneme kitabında tavsiyeler vermiş ve rehberlik yapmıştır. Yakınları tarafından verilen bilgilere göre 22 yaşından itibaren 3 kere intihar girişiminde bulunmuş ve üzerinde manik depresif haller gözlemlenmiştir. Yaşamış olduğu varoluşsal sancılar, dünyanın çivisi çıkmış hali ve ikinci dünya savaşının karanlık günleri böylesine incelikli bir ruhu esir almıştır. Her ne kadar etrafında mutlu bireyler, gamsız hayatlar görse de iç dünyası ve dış dünyasının arasındaki akıl almaz uçurum, büyük uyumsuzluk, acılarını ve yalnızlığını bitirme isteği böyle bir yol izlemesine sebep olmuştur. Yüreğini kaplayan kara bulutlar fırtınaya sebep olup yazarı oradan oraya savurmuş ancak uğradığı duraklar kendisini tatmin edememiş iyileşmeye rağmen ölümü tercih etmiştir. Makus bir sonla sessiz çığlıklarını kimseye duyuramadan atmıştır kendini Ouse Nehri’nin sularına. Öncesinde eşine bıraktığı mektupta ne kadar bunalımda ve darda olduğuna şahitlik ediyoruz: ’’Sevgilim yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç günleri yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum..’’ Kendisini derin bir buruklukla anıyor ve hala onu anlayan acısını hisseden ruhlar olduğunu duyurmak istiyorum.
Albert Camus bu hayatın boş ve anlamsız hatta yaşanmaya değmeyen taraflarının olduğunu, kendince birçok eserinde vurgulamaktadır. Varoluşsal kaygılar çeker ve saçma felsefesini başlatır. Ancak o bile böyle düşünmesine rağmen intihar eden insanların yaşama tutunmayı beceremediğini öne sürer. Acizlik, kaçış ve buhranların gölgesinde boğuluş o anki koşulların kurtulmaya müsaade etmeği gerçekliğini göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum. “Bunalımı başlatan şeyi denetleyebilmek hemen her zaman olanaksızdır.”1 sözünü ekleyip Doğu’nun Kafka’sı olarak anılan Sadık Hidayeti ihya ederek sohbetimize devam edelim.
Doğuştan talihsiz, ruhuna prangalar vurulmuş, ölüme kendini daha yakın hisseden karakterlerle tanıştığımız Hidayet’in eserlerinin bir nevi ayna olduğuna kanaat ediyorum. Gözlerini açtığı İran’da yaşamı bir yana ölümünden sonra dahi kabul görmemiş ve anlaşılamamıştır. Bu anlaşılmazlığın sonucu olarak yalnızlığa itilip girdiği işlerde tutunmayı başaramamış hatta istifa ettiğine sevinilen silik bir tip olarak görülmüştür. Ne yazık ki başarıyı sadece konuşmak zannedip hiç durmadan makine misali çalışan bireyleri destekleyen yüz yılımızın acımasız sistemleri böyle kıymetli bir cevheri hava gazlı ücra bir odada ölüme terk etmiştir. Ölümü de yaşamı gibi sessiz sedasız gerçekleşmiştir. Eserlerinde kendi ölümünü önceden tasarladığının ipuçlarını fark ediyoruz. Karakterler ölmek isteyip de bir türlü beceremeyen bir psikoloji içerisindedir. İnsanın yazgısının bireyi yönlendirdiği, doğuştan buna mecbur bırakıldığı gibi kaderci bir tarafı da vardır.
Diri Gömülen adlı öyküsünde yazarın iç sesini konuşturduğu karakter büyük bir isyanın pençesinde ve sitemkâr söylemlerle hayatı sorgulamaktadır:
“Artık ne arzum kaldı, ne de kinim. İçimdeki insanı yitirdim. Kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. Hayatta insan ya melek olmalı, ya doğru dürüst insan, ya da hayvan. Ben onlardan hiçbiri olamadım. Hayatım ebediyen kayboldu. Ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmiştim. Şimdi dönüp, başka bir yolu seçmem imkânsız. Bundan böyle anlamsız gölgelerin peşinden gidemem. Yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. Sizler gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. Elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? Ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sola, ne de sağa gitmek istiyorum. Gözlerimi geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum.”2
Hislerini gözler önüne serdiği az çok anlayabildiğimiz iç dünyasının yansımaları kavrıyor bizleri. Güçlü bir iradeye sahip olmak varken neden bu kadar karanlık düşünceler kaplar bir insanın ufkunu? İçinde bulunduğumuz koşullarda anlamakta güçlük çekebiliriz. Ancak yargılamak yerine anlamayı deneyip sonuçlar yerine sebeplerine odaklanıp çözüm ararsak daha kolay aşılabilir. Zira intihar eylemi toplumsal, sosyal, politik olduğu kadar bireysel ve karmaşık bir sorundur da. Çünkü bu his kalpte büyüyüp gelişen bir hastalıktır. İçten içe insanı hapsedebilir. Muhtemelen umursanmayan düşünceleri yargılanan bu insanlar hayatın yaşanmaya değer olmadığı ve başkaları tarafından saygınlık görmediklerini düşünerek yaşamlarına son vermişlerdir. 
Sohbetimizi burada noktalarken ıssız bir otel odasında intihar eden Cesare Pavese’nin ölümü betimleyişine tanıklık edelim.
Ölüm Gelecek Ve Senin Gözlerinle Bakacak
Ölüm gelecek ve bana senin gözlerinle bakacak
Eski bir vicdan azabı
Yahut saçma bir günah gibi
Sabahtan akşama dek
Uykusuz, donuk, bizi izleyen ölüm.
Gözlerin dilsiz bir çığlık
Boş bir söz olacak, beyhude bir sessizlik.
Bu yüzdendir her sabah
Kendi gözlerini görmen yalnız
Aynaya baktığında ve o gün, ah,
Değerli umut, biz de öğreneceğiz
Hayat ve hiç olduğunu senin.
Ölümün bir bakışı vardır hepimiz için.
Ölüm gelecek ve bana senin gözlerinle bakacak.
Bu, bitirmeye benzeyecek bir günahı,
Aynada yeniden beliren bir ölü yüzü
Görmeye benzeyecek,
Dinlemeye benzeyecek suskun bir dudağı,

Dilsiz düşeceğiz ortasına burgacın.

Yorumlar